3 Ağustos 2015 Pazartesi

Sana Bana Ve Ülkemin Akademiklerine Dair - 1



Yukarıdaki ekran görüntüsünü siz değerli okuyucular için bir tezden aldım. Kırmızı çizgileri de yine siz değerli okuyucular için ellerimle paint nam programda çizdim. Şimdi gelelim yeni neslin screenshot dediği bu nesneyi neden önünüze koyduğuma:

"İbn Kemal'in Sünnilik Anlayışı" isimli tezin ilk sayfalarında rastladığım bu manzara tezi okumaya devam edip etmemem konusunda beni ciddi bir ikileme düşürdü. Nedendir bilmem, ne zaman bir tez açsam eninde sonunda böyle arızalarla karşılaşıyorum. Ya benim karşıma henüz "vay be, tez gibi tez" diyeceğim tarzda bir çalışma çıkmadı ya da memleketimizde adam gibi çalışmalara pek rastlanmıyor.
Öncelikle İmam Birgivi'nin selefilikle örtüşmesi meselesine kısaca değinelim. Akademik arkadaşımızın ve benzerlerinin bilmesi gereken öncelikli bilgi şudur ki; tasavvuf karşıtlığı ya da Birgivi özelinde değerlendirecek olursak sufilerin tarikatlar yoluyla sosyal hayatta belirgin bir sınıf oluşturduktan sonra geliştirdikleri bir kısım kavram, kurum ve teorilere olan karşıtlık selefilik değildir.

Selefilik dediğimiz şey [1] bizatihi nasların anlaşılmasıyla ilgili bir problemdir ki gerek İmam Birgivi'nin gerekse yine Birgivi gibi selefi geleneğe(!) izafe edilmekten ötürü kendisi üzerine sahih bir tartışma-inceleme zeminini neredeyse kaybettiğimiz Kadızadeliler ekolünün akideye dair eserlerini incelediğimizde ne İbn Teymiyye'de ne de devamcısı bir kaç kişide gördüğümüz arızaları göremeyiz. Kurumsal tasavvufi yapıların bir kısmına karşı olmak veya dönemin ulemasından bir kısmının fetva tercihlerine yine aynı ekolün usul-ü fıkıh anlayışına dayanarak karşı çıkmak selefi gelenekle örtüşmeye yeter bir tutum sayılacaksa meşrebimize göre İbn Kemal'den Mustafa Sabri Efendi'ye kadar bir çok Osmanlı alimini ve hatta Birgivi'nin en sorunlu olduğu şahsı yani Ebussuud Efendiyi de selefi gelenek ile örtüşmüş sayabiliriz. İmam Birgivi gerek klasik gerek modern olsun tüm terâcim ve tabâkat yazarlarının ittifakı ile amelde Hanefi itikadda Maturudî çizgiyi temsil etmektedir. İtirazları da yine bu ekollerin veya başka klasik sünni ekollerin anlayışları içerisindeki noktalardan hareketle yapılmış itirazlardır. Ancak isimlerinin başlarında ziyadesiyle şatafatlı harfler taşıyan adamların dahi peşinen savunduğu bu tip yargılar anlaşılan o ki akademimizde kırılması gereken bir put olarak halen bütün ihtişamıyla ayaktadır.

Hemen ardından Molla Kâbız'ın tasavvufi gelenekte olan etkisine geliyoruz. Öncelikle düzeltilmesi gereken hata Molla Kâbız lafzının imlasıdır. Kabız kelimesi malum olduğu üzere Türkçe'de "büyük pisliğin vücuttan atılmasında zorlanma" olarak tarif edebileceğimiz tıbbi bir rahatsızlık durumudur. Özellikle eski harflere aşina olmayan okuyucuların "bir şeyi eliyle tutan, kavrayan" anlamındaki bu kelimeyi masdar ifadesinin mecaz anlamıyla dilimize geçen, tarifini verdiğimiz ve "kabız" imlasıyla yazılan hastalık olarak anlamaması için, Kâbız kelimesini ya şapkayla ya da TDVİA'nin tercihi olan harfin üzerine kısa çizgi koyarak yazmak gerekir.

Mevzunun şeklini düzelttiğimize göre muhtevasına da temas edelim. Molla Kâbız anladığımız kadarıyla en azından ilminin mühim bir kısmını Osmanlı medreselerinde ikmal eden, İran kökenli bir molladır. Kaynaklar kendisinin tasavvuf mesleğine müntesip bulunduğuna değinmez. Bilakis onun meşhur olup dönemine damga vurması tasavvufi yöntemden ziyade usul-ü fıkıh, kelam ve cedel ilimlerinin yöntemlerini kullanarak Hz. İsa'nın (a.s.) Hz. Muhammed'den (s.a.v.) ve Kur'an'ın İncil'den üstün olduğunu ispata kalkışmasıdır. Molla Kâbız bir dereceye kadar bu iddiasını ispatta başarı elde ettiyse de İbn Kemal'in kendisini ilzâm etmesi sonucu idama mahkum olmuştur. Hakkında şehir efsanesi diye nitelendirebileceğimiz malumatlar olan ve genelde şehir efsanesi yaratmaya meraklı oryantalistler tarafından anlatılan Molla Kâbız'ın gerçekte kim olduğu ve neler düşündüğü aydınlatilabilmiş değildir. Arşivlerde izine rastlanmayan Hûbmesihî geleneğin kurucusu kabul edilen bu zatın tasavvufta etkin olması iddiası temellendirilebilecek bir iddia değildir. Bilakis Osmanlı coğrafyasındaki tasavvuf ekollerinin hakikat-i Muhammediyye, aşk-ı nebî, fahr-i kainat vb. kavramlar etrafında ortaya koydukları literatür bırakın Hz. İsa'yı herhangi bir masum(melek vb.) yaratılmışı dahi Hz. Muhammed'in seviyesine koymamakta ve O'nun, yaratılmışların en üstünü olduğunu savunmaktadır. Ancak Molla Kâbız yerine İsmail Mâşukî tercih edilse bu söz bir nebze doğruyu ifade etmiş olurdu.

Son olarak altını çizmediğim bir arızaya daha temas edip yazıyı hitama erdirelim. Kınalızade Ali'nin ahlaki geleneği temsil etmesi iddiası ilk elden sanki gayr-ı ahlaki bir geleneğimiz daha olduğu intibaını uyandırmaktadır. Bunun yerine ahlaka ve edebe dair literatür gibi lafızlar ya da daha beliğ ifadeler kullanılsa böyle yanlış anlaşılmaların önüne geçilmiş ve küçük pürüzler giderilmiş olurdu. En nihayetinde seci uğruna muhtevayı katletmemek gerek.

________________________________________
[1] Bahsettiğim şey İbn Teymiyye, İbn Kayyım el-Cevziyye ve -her ne kadar daha yakın bir zamanda yaşasa da klasik alim tipi içerisinde sayabileceğimiz -Şevkâni gibi müelliflerin tarihi bir dayanak mesabesinde kullanılıp oryantalist çalışmaların da örtülü desteği ile siyasallaştırılan 17. yüzyıl sonrası Selefiliği ya da daha isabetli bir adlandırmayla Vehhabilik değildir. Bilakis nasları tevil etmeme, tevhid sistematiğinde cumhura muhalif bir yol izleme ve selef-i salihinden nakledilen bazı sözleri kuru anlamıyla kabul etme olarak kabaca tarif edebileceğimiz ve yukarıdaki müelliflerin bulunduğu itikadi ve fıkhi çizgidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder