27 Mayıs 2015 Çarşamba

Âh û Vâh! Bu Bir Nureddin Yıldız Yazısıdır


27 Nisan sabahı bir kardeşim bana internet üzerinden, kıymetli Nureddin Yıldız hocamızın Fetva Meclisi isimli web sitesinde kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevabı gönderdi.[i] Soru İbn Teymiyye hakkındaydı. Soruyu soran kişi Nureddin hocanın İbn Teymiyye hakkındaki orta yolcu tavrı hoşuna gitse de Ebubekir Sifil hocanın İbn Teymiyye hakkında söylediklerini bir vesileyle dinlemiş bulunduğunu söylüyor ve kendi ifadesiyle; “imanî bir konuda kalbimize gelen vesveselere bir son vermek” istediği için İbn Teymiyye’nin belli başlı konulardaki iddialarını değerlendirmesini Nureddin hocadan rica ediyordu.

İbn Teymiyye’ye atfedilen görüşler şunlardı: (Ki bunlar ve daha da beterleri hakikaten İbn Teymiyye’nin görüşleridir.)

1. Cennet ve cehennemin veya birinin sonlu olması

2. Allah’ın yarattığı bir mahlukun ezeli olması

3. Allah’ın Arşa istiva etmesi sonucunda zatının kütlesinin Arştan taşmaması şeklinde bir niteleme, dolayısıyla zatının kütlesinin de bir sınırı olduğu düşüncesi

Nureddin hocanın cevabı ise sorudaki iddiaları ilmi açıdan ele alıp görüşünü ortaya koymak yerine çok sıcak bir üslüpla “ya, bırakın abicim böyle şeyleri” söylemi etrafında dolaşıyordu. Hiç şüphesiz hoca meseleleri ilmi açıdan ele alsaydı, sonuçta İbn Teymiyye’ye hak verse dahi ben böyle bir yazı yazmaya girişmezdim. Çünkü ilim noktasında, ilmiyle maruf bir hoca efendiye itiraz edecek kadar hadsiz değilim. Ki zaten ulemamız bu fitnelere gereken cevabı vermiştir. Belki ismimizi geçirmeden sadece o cevapların yayınlanması noktasında gayret gösterirdim. Ancak meseleler duygusal tepkiler, bir kısım akli çıkarımlar ve sübjektif tarih okuması üzerinden ele alınınca, “نحن رجال و هم رجال” [ii] diyerek bir iki kelam karalamak istedim. Umarım Nureddin hocam ve onun gibi düşünenler, birkaç düşünce serdetmeyi bu kardeşlerine çok görmezler.

Gelelim hocanın değerlendirmelerine…

“… Sorunuza cevap vermeyeceğim/veremeyeceğim. Bunun için lütfen kusura kalmayın. İmanların ve bedenlerin can çekiştiği bir zamanda, Rabbimin benim yazılarımdakileri önüme çıkardığında bu konuları da irdelediğimi görmesini istemem, akıbetim açısından korkarım da böyle bir şeyden.”
Bu konularda yazmanın, akıbeti açısından korkulacak bir şey olduğunu söylüyor hoca efendi. Kendisiyle gerek biz gerek bu konularda yazan ulema aynı dine mensub olduğumuz için biz neden böyle şeyleri konuşmaktan çekinmiyoruz yahut eski âlimler neden çekinmemişler? Cümlesinin başında “imanların ve bedenlerin can çekiştiği bir zamanda” kaydını koyması ilk etapta bunu açıklar gibi görünse de, İslam tarihine bir göz attığımızda ümmetin âlimlerinin bu meseleleri “imanların ve bedenlerin can çekiştiği” başka zamanlarda da tartıştığına şahit oluruz. Acaba bu konularda yazan çizen binlerce âlim akıbeti noktasında umursamaz ve cesur muydular? Hiç şüphesiz bu cümleden böyle bir mana çıkartmak Nureddin Yıldız hocanın maksadının aksine olacaktır. Ancak bazılarınca böyle anlaşılacağı ve Nureddin Yıldız referansı ile, kelam ilmiyle meşgul olanların zan altında bırakılacağı eski tecrübelerimizin de bize öğrettikleriyle akla çok uzak gözükmüyor.

“Bir kardeşiniz olarak size kendi üzerimden örnekleme yaparak bir hakikati yazmak isterim. Rabbimin lütfu ile babam beni dört yaşında iken Kur’an rahlesine oturttu. Yıl 1964 ocak ayı idi. Bugün 2015 yılının mayıs ayındayız. Yarım asırdan bir yıl da fazla oldu. O gün bugündür elhamdülillah Kur’an rahlesinde öğrenmeye devam ediyorum. Ne olmalı idim ve ne oldum, onu değerlendirme hakkına sahip değildim. Maazallah bir şeyler oldum da demem kat’iyyen. Ama gördüğünüz gibi yarım asırdır öğrenmeye çalışıyorum. Bu yarım asır zaman zarfında sizin şu üç sorunuzdan hiç biri ile karşılaşmadım. Öğrenme ihtiyacı hissetmedim. Onlar veya benzerleri sorulduğunda duymak istemedim ve bir kaybım olmadı. Bugün siz, çaresiz bir şekilde bu sorulara cevap arıyorken beni buldunuz. Sizden önce belki de yüzbinlerce insan bu soruların cevabı için ömür bitirdi ama hiç biri kendinden başkasını tatmin edemedi. Ya da kendine göre muhteşem cevaplar bulduğunu zannedenler sadece o cevabın aksini iddia edenlerin beyinlerinde daha derin çukurlar açılmasına neden oldular. “

Bu beyanların özellikle son birkaç cümlesi beni dehşete düşürmeye yetti de arttı bile. Ne demek bizden önceki yüz binlerce insan bu soruların cevabı için ömür bitirdi ama hiç biri kendinden başkasını tatmin edemedi? Burada kastedilen şey akâid ve kelam imamlarının batıla verdiği cevaplarla kendilerinden başkalarını ikna edemediği ise bu çok komik bir iddiadır. Ümmetin âlimleri kelam ilmi vasıtasıyla Kur’an ve sünneti referans alarak zihinleri batıl tarafından iğdiş edilmeye çalışılan nice Müslümanı küfrün karanlığından sünnetin aydınlığına çıkarmışlardır.

Allah’a eksiklik iddia eden akılsız akılcı ekolün imamlarına karşı cihad bayrağını dalgalandıran Eş’arî’yi,
Kur’an’ın harf ve sesler dışında mana olarak da yaratılmış olduğunu kırbaç altında bile reddeden İmam Ahmed’i, din-i İlahi fitnesine karşı hapsi işkenceyi göze alan İmam Rabbani’yi, Allah camiye karışsın çarşıya karışmasın diyenlere karşı mücadelesinde yurdundan hicreti göze alan, gittiği Mısır’da da gerek Kur’an’ı masal diye niteleyen heva ve heves ehline, gerek laiklere, gerek Haşeviyye’ye karşı izzetle hakkı haykıran Kevseri’yi nasıl görmezden geleceğiz? Yoksa, bunlar da amma boş işlerle uğraşmışlar mı diyeceğiz?

Belki de hocam, bunları önemli meseleler olarak görüyor ve bu âlimlerin çabasını takdir ediyordur. Ancak bilmesi gerekir ve eminim biliyordur ki, gerek bu saydıklarım gerekse misli olan nice âlim Allah’a el ayak isnad eden, onu bir mekân ile kayıtlayan ve – haşa – arşa oturunca arşı çatırdatan bir nitelik atfedenleri de diğerleriyle aynı kefeye koymuşlardır. Müşriklerin, Yahudilerin ve Hıristiyanların ve onların her girdiği deliğe giren ehl-i bidatın antropomorfik tanrı inancından âlemlerin rabbi olan Allah’a sığınırız.

“…2- Sizin dile getirdiğiniz bu üç sorunun hiç biri konusunda, yüz yirmi bin sahâbîden tek biri dahi bir soru sormamış, araştırma yapmamıştır. Böyle bir bilgi bize ulaşmamıştır.
3- Ashab-ı kiramın bu konularda sorularının olmaması, dine ve akideye ilgisizliklerinden olduğunu herhâlde hiçbir mü’min söyleyemez. Aksine dine ilgileri ve İslam’ı, mamur olan bütün dünyaya yayma gayretleri bu ve benzeri sorulara dalmalarına vakit bırakmamıştır. Bu durumu kendimize kıyas ederek tefekkür edebilecek alan açacağımızı umuyorum.
4- Ashab-ı kiramdan sonra ise bu konulara ilgi artmıştır. Bu konulara ilginin arttığı zamanlarda ise, mü’minlerin dünyevileşme temayülleri de artmıştı. Medreselerde bu konular üzerinde geçirilen yıllar, işgal edilen Kudüs’ü, unutulan Endelüs’ü ezici bir acı olarak bağrımıza basmamızla da aynı tarihe rastlamaktadır. Bunu da tefekkür alanımıza alabiliriz zannederim.”


Burada da belli başlı hakikatler çarpıtılmaktadır. Öncelikle sahabenin bu konuları konuşmaması, onların bu konuları hiç akıllarına getirmediklerini değil, bilakis rasulullah efendimizle olan sohbetlerinden dolayı eli ayağı olan pis bir ilah tasavvurundan, her şeyden münezzeh subhan bir Allah’a imana doğru yükselebilmiş ve bu inancı sindirebilmiş olmalarını gösterir. Onlar cahiliyyede taptıkları şeyin de farkındaydılar, Allah rasulünün kendilerini davet ettiği “hayat verici” akidenin mahiyetinin de farkındaydılar.

Evet ashab-ı kiram böyle şeylere dalmadı, çünkü onların zamanında böyle şeyleri ancak müşrikler iddia edebiliyor, onlar da Kur’an’ın ve sünnetin nurlu izinde hem kendilerini muhafaza edip hem de başka insanları bu pis itikadlardan koruyabiliyorlardı.

Sahabenin mücadelesi salt ameli mücadele değildir. Onlar sadece faiz, zina, gıybet, yalan, işkence ve maddi zulüm insanların arasından kalksın diye çalışmadılar. Onlar bilakis Allah’a oğul, kız, yardımcı isnad edenlerle mücadele ettiler. Çünkü ne kadar fıtrata aykırı amel verse hepsinin kaynağı şüphesiz Allah’ın vasıflarında yanılmaktır.

Gerek Nureddin Yıldız hocamız, gerekse başka kardeşlerimiz bize, insanların faiz ve zina düşkünlüğünü, namazsızlığını ve birçok gayrı ahlaki tutumunu örnek göstererek, bu tartışmaların ne gereği var, insanlar ateşe gidiyor diyebilirler. İlk bakışta cezbedici gelen bu söylem her açıdan geleceğimizi tehlikeye atan bir söylemdir. Çünkü insanlar ne kadar iyi amel ederlerse etsinler Allah inançlarında ortaya çıkan arıza onların iyi amellerini kayanın üzerinde bir toz mesabesi kılacaktır.

Medreselerde bu konuların konuşulması ile yenilgiye uğramamız hem hilaf-ı hakikattir hem de ümmeti suizan altında bırakmaktır. Selçukluların Haçlılar’a kan kusturduğu dönemde, Gazali âlemin Allah’la birlikte ezeli olduğunu iddia edenlere karşı kalemiyle mücadele veriyordu. Kanuni’nin 300 Avrupa kalesinden haçı söküp, semada ezan-ı Muhammedi’yi ilya ettiği bir devirde Kemalpaşazade tehafüt meselesine faslu’l hitab koyuyordu. Bunlar bize zemmedilen Kelam ilminin değil, hocanın da referans aldığı tarih ilminin anlattıklarıdır. Sahifeler didik didik edilse ulemanın gerek küffarla gerek ehl-i bidat ile mücadelesini yazan daha nice örnek karşımıza çıkar.

“5- Benim gibi bir ilim talebesi veya sizin gibi dinini öğrenme heyecanı taşıyan bir mü’min bir kenara, şöhretleri asırları kuşatmış pek çok ilim adamı bu konularda yazmış ve konuşmuşlardır. Her iki taraftan da yazan çizen vardır. Her tartışmadan sonra yara derinleşmiş ama asla bir nebze diğer tarafı anlama veya ikna olma durumu oluşmamıştır. Bir tek ilim adamı çıkıp ta: ‘Ben yanlış düşünüyormuşum.’ dememiştir bugüne kadar.
Peki kim kazandı asırlarca süren bu tartışmalardan? Kim? Ümmetim! Hâli ortada ümmetimin.
O tartışanlar! Derinlere gömülüp giden, ciltlere sığmaz, birbirini cehenneme layık görmüş ilim adamlarının fotoğrafı! Başka ne kaldı geriye?
Bir de, keyifle bu süreci seyreden İblis!
On asırdır süren bu tartışmalardan başka ne kaldı? Bu soruya mü’min vicdanı ile cevap aramak zorunda değil miyiz güzel kardeşim benim? Kur’an okumaya ve onu okurken gözlerimizin rutubetlenmesine fırsatımız bile kalmadı.”


Yine tamamen duygusal tepkiler… “Bir tek ilim adamının çıkıp da ben yanlış düşünüyorum dememesi” meselesi bunlardan biridir. Ehl-i bid’ata verilen cevaplarda hitap iddia sahiplerine idiyse bile maksat gerek o zamanda yaşayan müminlerin imanına şüphe getirmemek gerek de gelecek nesiller için Allah resulünün getirdiği tertemiz itikadı muhafaza etmekti. Bu sebeple iddia sahiplerinin ikna olmaması ulemanın cehdini beyhude kılmaz. Kevseri belki Taha Hüseyin’i ikna edememiştir. Ancak bu gün Kur’an kıssalarının hikâye olduğuna iman etmeyenlerin önemli bir kısmı Kevseri’den ders almışlardır. O “ilim adamlarının fotoğrafı” derinlere gömülüp gitmiş de değildir, bu gün İslami ilimlere sahip çıkan kimselerin az olması onların kıymetini küçültmez. Şairin sözü ne güzeldir;

“Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr-u kıymetten”

“…Kütüphanemde on beş bin kalemden fazla kitabım var elhamdülillah. Bu konularla ilgili iki tane kitabım yoktur. Biiznillah olmayacaktır da. Kur’an var, tefsirleri var. Hadisle alakalı ne yazıldı, karalandı ise var biiznillah. Fıkıh ekmeğim gibi. Bu kitaplara ise koyacak yer bulamıyorum. Henüz Bakara suresini ezberleyememiş gençler görüyorum. Kur’an ezberine vakit bulamamışlar ama bu konularda tipik bir kelam âlimi kesilmişler. Yazık değil mi gençlere ve onların gelişmesini bekleyen bu ümmetin geleceğine yazık değil mi? İbni Teymiye’nin kemiği kalmadı dünyada ama yazdıklarını âyet zannedenler ona protez kemik üretmeye çalışıyorlar. Subkîler de gitti ama onların efkârı üzerinden İbni Teymiye’ye saldırmayı ibadet zannedenler yaşıyorlar. Ah ve ne ah!”

Bir konuda Nureddin Yıldız hoca ile ortak bir noktada buluşuyoruz. Elifi görse mertek zannedecek adamların Allah’ın sıfatları gibi mevzularda kalem oynatması ve çene çalması gerçekten rahatsız edici bir durum. Ancak yine burada da ehl-i sünnet ismiyle isimlenen âlimlerin ve davetçilerin insiyatif almaması, problemin önemli sebeplerinden birini teşkil etmektedir. Ümmetin tarihe gömdüğü bir sapkınlığı 18. yüzyılda İngilizler’in desteği ile dirilten kimselerin saçtığı bu fitneyi vahdet ve davet pratiği adına hoş görmek veya ses çıkarmamak bu günde başımıza bela olmaktadır, ileride de olmaya devam edecektir. İşte cihad bölgeleri… Bu fitnelerle kaynamaktadır. Elbette fitnenin tek kaynağı İbn Teymiyye gibilerinin sapkın görüşleri değildir. Hatta gavura bile isteye hizmet eden bazı kimseler bu sapkınlığı, münafıklıklarına bir perde olarak kullanmaktadır. Ancak bu cahiller sürüsüne aldanan bir yığın genç mezbahada doğranır gibi her gün ölüyor. Ümmetin âlimleri ne zaman insiyatif alacak. Ciddi bir itikad seferberliği ile bu tarz yapılara kurban edilen gençler kurtulabilir. Ümmetin enerjisi doğru yerlerle kanalize edilebilir. Hakiki bir cihadın bayrağının açılacağı güne kadar ümmet bu enerjisini toplayabilir.

Benzer bir fitne de Şia’nın hoş görülmesiydi. Ancak Suriye örneği bunun çok acı bir tecrübesi olarak bize geri döndü.

Türlü siyasi hesapları bir kenara bırakırsak, bu insanları Müslümanlara karşı harp ettiren husus ehl-i sünnet itikadının küçük görülmesidir. Çünkü ümmetin sevadu’l a’zamını oluşturan Maturudi ve Eş’ariler’e bidat ehl-i demek, selef-i salihinden sonra herkesin saptığını iddia etmek ve buna bir akide olarak sarılmak bu insanları bilemiştir. Onlar Allah’tan gelen dinin Maturudiler ve Eş’ariler eliyle saptırıldığına inanıyorlar ve her fırsatını bulduklarında da kendilerinden olmayan bu Müslümanlardan intikam alıyorlar. Nusret Cephesi denen grubun İmam Nevevi’nin kabrini patlatacak kadar ileri gitmesini başka ne açıklayabilir? Allah’ın sıfatlarında yanılan(!) bizler onlara göre Allah’ın dini önünde büyük bir engeliz. Bu fitneyi de başımıza salan hiç tartışmasız İbn Teymiyye’dir. İbn Teymiyye’nin yukarıdaki görüşlerine verilen ilmi cevaplar yaygınlaşıp da gençlerimiz sahih itikad üzerinde sabit olmadan bu fitnelerin kapısı kapanmayacaktır.

Bunlar itikadın pratiğe yansıdığının bariz örnekleridir. İtikad hiç de yabana atılacak bir mevzu değildir. Bu gün “aman canım bunları mı tartışacağız, insanlar ateşe gidiyor” bahanesiyle bu meseleleri normal gösterirsek ve bu pis inançlar neşv-ü nema bulursa, 100 yıl sonra insanların Kâbe’yi çıplak tavaf etmeyeceğinin garantisini kim verebilir? İbn Arabi’nin felsefi izahları bazılarını farzların lüzumsuzluğu zehabına sürüklediyse, Harranlı Şeyh’in ve talebesi İbn Zefil’in Allah’a insani vasıflar izafe etmeleri bir kısım kimseleri Mekke cahiliyesine geri döndürecektir.

Bir sıkıntılı ifade de hadis ve tefsir kitaplarında bu mevzuların olmadığının, hadis ve tefsir ulemasının bu meselelerle ilgilenmediğinin söylenmek istemesidir. Ancak biz muhalled tefsirlerimize baktığımızda bu meselelerin ulema tarafından sayfalarca tartışıldığını ve çözüme bağlandığını görmekteyiz. Zaten bu meselelerin ortaya atılmasında ana etken bir hadisten ya da bir ayetten çıkan yanlış anlamdır. Ancak Nureddin Yıldız hocanın tefsirlerde ve hadis kitaplarında bu mevzuların olmadığını ima etmesi akla “acaba hangi kitaplardan bahsediyor” sorusunu getirmektedir. Hiç şüphesiz bir kitap yoktur ki, ehl-i sünnet ulema tarafından kaleme alınsın, ayetleri tefsir, hadisleri şerh etsin ve bunların yanlış anlaşılması sonucu ortaya çıkan bidatlara cevap vermesin… Nureddin Yıldız hocamız bunları bizden daha iyi bilir. O halde söylediklerinden ne anlamalıyız? Anlayabilen bana da izah etsin.

Subkiler’in efkarı üzerinden İbn Teymiyye’nin batıllarını çürütmenin ibadet olduğu hususunda zaten şüphe bulunmamaktadır. Buraya kadar yazdıklarım bu konuyu açıklar niteliktedir.

“…a- İslam, Kur’an ve hadisle sınırlı bir inanç esasının adıdır. Neye iman edileceği veya neye iman edilmeyeceğini ancak Kur’an ve hadisler belirler. İman esaslarına içtihatla ilave yapılamaz.
b- Bu zikrettiğiniz tartışmalar, Kur’an ve Sünnet’in ilk talebeleri olan ashab-ı kiramın bilmediği ve ebediyyen tartışmayacakları şeylerin adıdır. Daha sonra mü’min toplumun içine sızan zındık hareketlerinin ihdas ettiği ve o zaman alimlerinin onlara cevaplar vermeye çalıştıkları konulardır. Şu anda bunların kuru tartışması vardır sadece. İblis, o zaman o fitneyi çıkarmıştı. Ümmeti o fitnelerle oyalamıştı. Şimdi, feminizm, liberalizm, laiklik, demokrasi, kapitalizm putlarını getirdi. Biz hâlâ o zamanki fitnelerle mi mi meşgul olacağız? Bu bir zaman ve enerji israfıdır. Yeni nesiller, Bakara suresini hatta nikâh ve talak hükümlerini bile bilmeden belki de sehiv secdesinin ayrıntılarını bile bilmeden bu kütüphanelerin raflarında tozlanmış konularla meşgul oluyorlar. Netice ne peki? İslam’ı hayattan soyutlayan laik anlayış sızdı ve kan oldu bedenimizde. Şeriat kelimesini, mü’minler bile neredeyse öcü görecekler..
Ah ve ah!
c- Bu konularda yazan ve konuşan hocaefendileri, asla yanlış yapmakla itham edemem. ‘Ben anlamam/anlamak istemem’ diyorum sadece. Herkes kendi hesabını kendisi verecektir. Bu meseleler akidemizin kaçıncı konusudur, onu merak ederim. Ashab-ı kiramın bilmediğini bilmenin artısı nasıl fazla olur, ondan endişe ederim. Benim zamanım değerli, enerjim az, düşman çok, kalabalıklar büyük. Bunu diyorum. Ve diyorum ki aziz kardeşim:
Birileri illa beni de sokmak isteseler bile ‘ben bu kavgada yokum!’
Lütfen dualar edin. Ben de size dua ediyorum. Rabbim, bunları bir hatıra olarak konuşup geçeceğimiz cennetlerinde buluştursun bizi.”


İman elbette ayetlerin ve hadislerin çizdiği sınırlardan ibarettir. Bunu hiç kimse inkâr etmez. Bir insanın kendi reyiyle imana ilave de bulunması da elbette kabul edilemez. Ancak bunun konuştuğumuz mevzu ile hiçbir ilgisi yoktur.

Sorarım, Müslim’de zikri geçen, Muaviye ibn Hakem es-Sulemî’den rivayetle gelen cariye hadisi hakkında ne diyeceğiz? Mızrağın ucuna bu hadisi asıp Müslümanlara isminden evvel “أين الله” (eyna’llah – Allah nerede?) diye soran, kendi istediği dışında hiçbir cevabı kabul etmeyen ve hakka ikna olmayan kimseler eline hâkimiyeti aldığında Müslümanların hali ne olacaktır? Hakeza istiva ile ilgili bir ton ayet…

Demek ki problemin esas malzemesi zaten Kur’an ve sünnetin yanlış anlaşılmasıymış. O halde Kur’an’a emek veren ve hadise dair her şeyi toplayan bir hoca efendi bu konulara sırtını dönmemelidir. En azından kendi bu tartışmalara dâhil olmak istemiyor ve menhecini davet üzerine kurmak istiyorsa bu konuda kendisine “fetva” soran insanları rabbani ulemanın eserlerine yönlendirmelidir. Ancak kendisi de Harranlı Şeyh gibi düşünüyorsa o başka…

Yanlış bir tespit de Şeytanın o gün Müslümanları bunlarla bu gün başka şeylerle oyaladığıdır. Hâlbuki şeytan her fırsatı değerlendirmektedir. Sekülerizm, feminizm, demokrasi vb. tüm batıllar Mücessime ve Haşeviyye gibi hep aynı noktadan türemektedir. O nokta insanların çarpık ilah tasavvurudur. İnsan gibi eli ve ayağı olan bir tanrının sanat ve edebiyat yoluyla cisimleşmesi ve yüzyıllar içinde putperestliğe dönüşmesi ile çarşıya, pazara, siyasete dolayısıyla bireyin indi hayatı dışında hiçbir şeye müdahale edemeyen bir tanrının Simurg kuşu efsanesi gibi aslında tanrı içinizde masalına dönüşüp insanın kendini tanrı yerine koyması fikrine inkılab etmesi hemen hemen aynı şeydir. Her ikisi de Müslümanların sahip olması gereken nezih itikadın düşmanıdır. Ayrıca sekülerizme, feminizme, laikliğe cevap verilirken bu fitnelere de cevap verilebilir. En azından elimizde ulemanın ortaya koyduğu eserler var. Yani eski âlimlere göre daha avantajlı bir konumdayız, koskoca bir sünni mirasın üzerinde oturuyoruz. Tek yapmamız gereken şey hakkı ketmetmeden açıklamak ve günlük davalara yüce fikirleri kurban etmemek.

Harranlı Şeyh’in ve tilmizlerinin Müslümanların nezih itikadına soktuklarıyla mücadele eden kimseleri, Ashabın bilmediği şey ile uğraşmakla itham eden Nureddin Yıldız hoca efendi, acaba bizzat Harranlı Şeyh’i neden bununla itham etmeyip, ona her fırsatta övgüler düzmekte ve adına toplantılar tertib etmektedir? Çünkü bunlar ashabın bilmediği şeyler ise ve İbn Teymiyye’de Allah’ın arşa oturduğundan ve varlığının arştan taşmadığından ve hatta arşın inlediğinden bahsettiyse, o da ashabın bilmediği şeylerle vakit kaybeden birisidir. Ancak batıla cevap veren sünni ulemaya bu yakıştırmayı yapan Nureddin hocam o bunak şahsa hiç toz kondurmamaktadır. Hatta bu insani tanrı tasavvuruna, bu Haşeviliğe içtihad deyip geçmektedir. Ancak kendisine rabıta ve tevessül sorulduğunda gayet de güzel cevap veriyor. Bu sorular karşısında da neden “ashabın bilmediği sonradan çıkan bu şeylerle oyalanmayın, önünüze bakın, işimiz vaktimizden çok” demiyor?

Sonuç olarak Harranlı Şeyh’in ve talebesi İbn Zefil’in bu yönleri meydana çıkarılmalıdır. Müslümanlara anlatılmalıdır. Elbette biz o ikisini ve emsallerini tekfir etmiyoruz. Her ne kadar bu davranışımız onların kâfir olmadığı anlamına gelmese de… Onların eserlerinin bir kısmından istifade de edilebilir. Ümmet bu duruma alışıktır. Keşşaf sahibi Zemahşeri, ve Usulcü el-Cessas da M’utezile taifesindendirler. Biz onların eserlerinden istifade ediyoruz. Ancak onları büyük mücadele adamları diye ümmete satmıyor, isimlerine toplantılar düzenlemiyoruz. Sakıncalar ve arızalar ortaya konduktan sonra İbn Teymiyye’nin eserlerinin ulemanın arasında dolaşmasında bir beis yoktur. Ancak bu adamın batılları içtihadi deyip geçilirse ve ümmetin gençlerine örnek âlim diye tanıtılırsa oradan açılan gedik büyür ve kendisine yöneleni batıla ileten bir cadde halini alır. O caddenin sonu ise “Sevadu’l A’zam”ı sapkınlık üzerinde gören, anlayışsız, kaba, tekfirci ve savaş hukuku olmayan malum zihniyettir. Onlar sınırlarımızın ötesinde, hanımlarımızın ırzına geçecekleri günün hayali ile meşguller. Ümmete atılan bu kazığa karşı uyanık olmak gerekmez mi?

Bir hata ettiysem kıymetli hocam ve bağlılarından peşinen özür dilerim.
________________________________________
[i] http://www.fetvameclisi.com/fetva-ah-ve-vah-bu-bir-ibni-teymiye-yazisi-degildir-74107.html

[ii] “Nahnû ricâl ve hum ricâl.” Ebu Hanife’nin, sahabenin –radiyallahu anhum- içtihadi görüşleri hakkında söylediği rivayet edilen sözdür. “Onlar da adam biz de…” demektir.

24 Mayıs 2015 Pazar

Türkiye Toprak Mı Kaybetti?




22 Şubat 2015 günü TSK tarafından gerçekleştirilen Şah-Fırat operasyonunun yankıları halen devam ediyor. Meseleyi fetih olarak gören taraf ile vatan hainlerinin hezimeti olarak gören tarafın çıkardığı gürültüden meselenin tam olarak ne olduğunun anlaşılması zorlaşıyor. Biz bu seslere kulak asmayarak uluslararası hukuk çerçevesinden olaya bakacağız.

Yazıya girmeden bir ana kural söyleyeyim; "uluslararası hukukun varlığı tartışmalıdır."

Süleyman Şah Türbesinin Statüsü

Fırat Nehri'nde boğulup şehit düşen Süleyman Şah'ın kim olduğu üzerinde durmayacağım. Çünkü burada da bir ana kuralımız var; "Süleyman Şah'ın varlığı tartışmalıdır." Ancak şöyle bir durum var ki orada yatan kişi Kutalmış oğlu Süleyman Şah olabileceği gibi, Ertuğrul Gazi'nin babası olan Gündüzalp olup, tarihî bir galat-ı meşhur kabilinden ismi Süleyman Şah olarak anılmaya devam etmiş de olabilir. Nitekim orada bir akıncı beyinin ve avanesinin yattığı sabittir. 1921 Ankara anlaşmasına göre Suriye havalisinden çekilmek zorunda olan Türkiye devleti(o zaman cumhuriyet değildik fakat devlettik) anlaşmanın* 9. maddesine şöyle bir hüküm eklemiştir:

"Osmanlı sülalesinin kurucusu Sultan Osman'ın dedesi Süleyman Şah'ın Caber kalesinde bulunan ve Türk mezarı ismiyle belirli türbesi müştemilatı ile Türkiye'nin malı olacak ve Türkiye oraya muhafızlar koyacak ve Türk bayrağı çekecektir."

Kanun maddesinden de anlaşılacağı üzere "Süleyman Şah türbesi müştemilatı ile Türkiye'nin malı olacak" ibaresi bize Suriye'den toprak vermemekte bilakis belli bir arazinin üzerinde tarihi bir esere sahip olma ve koruma hakkı tanımaktadır. Ehlinin malumudur ki; arazinin sahibi olmakla üzerindeki eserin sahibi olmak farklı şeylerdir. Bunun yanında 1973 senesinde ortaya çıkan mücbir sebep sonucu türbe inşa edildiği tarihi yerinden kaldırılıp Urfa'ya 30 km uzaklıktaki Karakozak köyüne yerleştirilmiştir. Yani 1921 Ankara Andlaşması'na göre Türk toprağı sayılan Caber Kalesi, Türk toprağı sayılmasının hukuki mesnedi olan türbe ve müştemilatının başka yere taşınmasıyla bu statüsünden çıkmış ve Suriye sınırlarına dahil olmuştur.
Türkiye'ye tanınan hukuki statü, sınırları, adası, paftası belli bir araziye mülk olarak sahip olma hakkı olsaydı "vatan toprağı" 1973'te terk edilmiş olacaktı. Durum böyle değil ki bulundurma hakkımız olan tarihi yapının lokasyonu iki ülke arasında yapılan yeni bir andlaşma ile değiştirilmiştir. Bir defa gerçekleştirilen lokasyon değişikliği "vatan toprağını terk etmek" olarak değerlendirilmediyse, müteaddid defalar gerçekleştiği takdirde yine birinci seferde nasıl değerlendirildiyse o şekilde değerlendirilecek ve vatan toprağını terk olarak anlaşılmayacaktır.

Gelelim son lokasyon değişikliğine. Bölgedeki yönetim boşluğu, Suriye hükümetinin ve devletinin Süleyman Şah türbesi ve havalisinde egemenlik ve otoritesini yitirmesi gibi sebeplerle karakolun ve içindeki askerin güvenliği tehlike altına girmiştir. Yüzlerce örgütün militer, ondan fazla devletin gayri nizami harp unsurlarıyla cirit attığı bir bölgede, karakola ve askere gelecek zararın uluslararası hukuk açısından hesap sorulacak bir sorumlusu yoktur. Çünkü türbe ve müştemilatı Suriye ve Türkiye devletleri arasında bir hukuki konu olup, oluşacak fayda ve zararların sahibi ve sorumlusu yalnızca bu iki devlettir. Bu hengame ve mevcut siyasi durum içerisinde Suriye'den türbe ve müştemilatının korunmasının talep edilemeyeceği herkesin anlayabileceği bir durum. Operasyonu yapan devlet organları yine türbe ve müştemilatını Türkiye Cumhuriye'tinin sınırları dışında tutarak 1921 Ankara andlaşması ve ilgili diğer hukuki metinlerde Türkiye Cumhuriyeti'nin sahip olduğu hukuki statüyü devam ettirmiştir.

Özetle, toprak kaybetmemiz için öncelikle o toprağın sahibi olmamız gerekir. Sahip olmadığımız toprağı kaybettiğimize dair yayılan şayia veya yeni bir toprak ilhakı ve fetih gibi bu günkü uluslararası hukuk açısından asla mümkünatı(!) olmayan şeylerin mevzu bahis edilmesi, bunu konuşan kişilerin ya cahil ya da kötü niyetli olduğunu gösterir.

Ülkemizin en acil ve ciddi ihtiyacı olan muhalefet, bu tarz çıkışlarla hayata geçirilemez. Bence tartışılması ve üzerine çalışılması gereken şeyler, muhaliflerin Halep zaferinden sonra gerçekleştirilen bu operasyonun muhtemel sonuçlarını tartışmak, yeni lokasyonun getireceği imkanlar, geçen aylarda uzunca tartışılan güvenli bölge talebimiz ve bu operasyonun irtibatı gibi meseleler olmalıdır.

Hükümetin doğru yaptığı işleri bile sorgulamak, hesaba çekmek elbette halk olarak vazifemiz. Ancak bu bilgisizce ve hamasi çıkışlarla olabilecek bir şey değil.

___________________________________
*: Andlaşma maddesi sadeleştirilmiş metinden alınmıştır.

İlim Tahsil Etmeye Çalışan Kardeşlerime İlim Tahsiliyle Boğuşan Biri Olarak Tavsiyeler


İlimle uğraşan kimselerin hayatına baktığımızda bazı ortak özellikler görüyoruz. Disiplinli çalışma, gereksiz işlerle uğraşmama, fikr-i takip bunlardan bir kaçı... Müslüman ya da gayr-ı müslim bir şekilde ilmi bir müktesebata sahip kimselerin yaşam öykülerinden hareketle, pratikte kendi karşılaştığım sorunların etrafında dolanarak, ilme talip kardeşlerime bir kaç "dost tavsiyesi" vermek istiyorum.

1-) DİL PROBLEMİ

Her türlü ilmin tahsilinde, o ilmin geliştiği dil havzası çok önemlidir. Öncelikle imkan varsa(ki olmalı) o ilim sahasıyla alakalı en ciddi eserlerin yazıldığı dil öğrenilmelidir.(İslami ilimler için Arapça, Bizantik için Yunanca, Latince, Sosyoloji için Almanca veya Fransızca gibi). Şayet o ilim dalıyla münasebet derecemiz Türkçe tercüme odaklı olacaksa, sahaya ait üst dil(eskilerin tabiri ile ıstılah) iyi kavranmalıdır. Bu konuda ciddi lugat çalışmaları nadir de olsa mevcuttur. İkinci şık için yine, sahayı bilen ciddi mütercimlerin eserlerine rağbet edilmeli ve olabildiğince tam metin tercümeler okunmalıdır. Artı olarak hangi ilim sahasıyla iştigal ediliyor olunursa olunsun -içinde yaşadığımız zamanlar için- İngilizce mutlaka öğrenilmelidir. İngilizce, en azından rahatça okuma düzeyinde, tüm arkadaşlarımın heybesine koymakla mükellef olduğu bir azık.

Bu sebeplerden ötürü, bir ilme dalmadan önce ciddi bir dil çalışması yapmak, kitap okumaktan daha öncelikli olmalıdır. Lisan bilmek, bize ileride yüzlerce kitaptan elde edeceğimiz faydaları daha az çaba sarf ederek kazanma imkanını sağlar.

2-) VAKİT DARLIĞI VE GAVUR DEYİMİYLE TİME MANAGEMENT

Yaşadığımız modern zamanların başımıza açtığı en büyük gaile hiç şüphesiz vakit darlığı. Yapmak mecburiyetinde olduğumuz günlük işleri hızlandıran teknik ve teknolojik aletler dahi zaman problemimize çare bulamıyor. (Teknik ve teknoloji hayatımızda mecburiyet olmaya devam ettikçe belki daha fazla vakit darlığı problemi çekiyoruz ama bu farklı bir tartışmanın konusu) Bu sebepten dolayı ciddi bir programlama yaparak çalışmak zamandan en verimli şekilde istifade etmemizi sağlar. İlgilendiğimiz konulara en az ne kadar vakit ayıracağımız hafta hafta belli olmalı. Sürpriz olarak çıkan boş vakitler de hemen çalışma zamanlarına ilhak edilmeli. (Ben beceremiyorum o ayrı ama inşallah becerebiliriz)

3-) MAYMUN İŞTAHLI OLMAKTAN KAÇINMAK

"İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı" diye buyuran Hz. Ali(kerramallahu vecheh) bu sözüyle şunu da aklımıza getiriyor: İlim bir bütün olduğu için, kişi bir sahada derinleşmeye başladığında ister istemez irtibatlı olduğu sahalara da ilgi duymaya ve dikkatini oraya yönlendirmeye başlıyor. Başta ağza bir parmak bal çalma kabilinden bir entelektüel haz veren bu durum sonrasında her sahada kifayetsiz kalmak ve zihin iplerinin ucunu yanlış bağlamakla sonuçlanabiliyor. Çalıştığımız ana konulardan çok uzaklaşmamak kaydıyla farklı meseleler de okuma serüvenine dahil edilebilir. Ancak dediğim gibi bu asıl sahamızda terakkiye mani olmamalıdır. Çalıştığımız konuda da problemler mesele mesele halledilerek, tedricen ilerleme kaydetmek gerekir. Ağır meselelere birden yüklenmek daha sonra usanç verebilir.

5-) BOŞ İŞLERDEN YÜZ ÇEVİRMEK

"Okumaktan mana ne/ Kişi hakkı bilmektir" diyen şaire ittiba ederek okumaktan bir gayemiz olması kanaatindeyim. Okumak gerçekten sıkıcı ve ciddiyet isteyen bir iştir.(Bilim kurgu, yeraltı edebiyatı, karikatür v.s gibi türleri istisna edeyim. Çünkü bu kanımı kiminle paylaşsam "Ne ilgisi var yaaaaa!" diye tepki almaktan bıktım) Madem sağda solda gezip dolaşmak ve daha eğlenceli şeyler yapmak varken okumaya talip olduk, boş işleri hayatımızdan olabildiğince çıkarmak gerekir. İlim tahsilinde tatil olmaz. Adına tatil denen zamanlarda bile konudan kopmamak ve zihni yoğunluğumuzu farklı şeylere yöneltmemek gerekir.

6-) YAZMAK

Ürün vermemek her ne kadar bazı büyüklerimizce tevazu gibi görünse de bence bir sonraki nesle atılmış ciddi bir kazıktır. İlave olarak, ürün vermemek ilmi devamlılığa darbe vurmanın en sağlam yollarından birisidir. Bu sebeple çalıştığımız sahada ürün vermeye başlamak çok erken dönemden itibaren yapmamız gereken bir şey. "İyice olgunlaşsın, sonra yazarım" düşüncesi en büyük tuzaklardan biridir. Bir sayfalık yazılar da olsa yazmaya çok erken başlamak gerek. Yazmaya alışmak için de gün içinde küçük fragmanlar halinde de olsa vakit buldukça yazmak gerek. Aklımıza ne gelirse yazıya dökebileceğimiz bir defteri yanımızdan ayırmamalıyız.

7-) AKADEMİK EĞİTİM(DAHA ZİYADE LİSANS)

Akademik düzeyde (lisans) hukuk eğitimi alan ve hukuk dışında neredeyse her sahaya meyli olan biri olarak bu mevzuyu çok önemsiyorum. Henüz ayakları yere basmayan bir ergen iken yaptığımız akademik tercih çoğu zaman fiyasko ile sonuçlanıyor. İlgili olduğumuz sahalardan farklı bir akademik çalışma içinde bulunduğumuz takdirde, lisans eğitimimiz, en güzel ifadesi ile, ayak bağı oluyor. Şayet böyle bir durumdaysanız bazı sıkıntıları göze alarak, lisans üstü eğitiminizde mutlaka ilgili olduğunuz sahaları tercih edin.

8-) OLMAZSA OLMAZLAR

Neyle uğraşırsak uğraşalım kopmamamız gereken iki saha vardır. Bir şiir, iki fıkıh...

Şiir ve fıkıh bu topraklarla irtibat kurmamızın iki anahtarı. Hepimizin temel poetik tahliller yapabilecek kadar belli bir şiir kültürü ve fıkıh - usul-ü fıkıh bilgisi olmalı. Birlikte yaşadığımız halkı anlamanın, analitik düşünmenin ve daha birçok meselenin yolu buradan geçer.

Allah başta bana sonra hepimize ciddiyet, tevazu ve fikr-i takip nasib etsin.

22 Şubat 2015
Suadiye,